Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi Mezunlar Derneği ‘nden bir grup arkadaşla 2 Nisan 2016’da, 1877-1878 Osmanlı Rus savaşları içerisinde önemli bir yere sahip Plevne Savaşının yapıldığı toprakları görmek için Bulgaristan’ın başkenti Sofya’dayız.
Milli heyecanla ayak bastığımız, altı asır bizim olan bu topraklarda buruk duygularla her dakikamızı iyi değerlendirmenin hesaplarını yapıyoruz.
Sofya’da kaldığımız otelin penceresinden sabahleyin perdeyi aralayıp karşı dağlardaki karları seyrediyorum… İlkokul yıllarından beri Halis CİNLİOĞLU Hocamın (1901-1982) sayesinde ilgi duyduğum tarihe derin bir yolculuk yapıyorum. Balkanların en güzel şehirlerinden biri olan Üsküp’te doğan Yahya Kemal BEYATLI’nın (1884-1958) bizim gibi hasret duyduğu topraklar için yazdığı ‘Açık Deniz’ şiirini mırıldanıyorum:
“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum
Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı “Byronéu bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl…”
Balkanlar… Ah Balkanlar… Oralara gidişimiz, Viyana kapılarına kadar dayanışımız, belki de Anadolu’da yapmadığımızın fazlası kültür- sanat eserlerini, askeri kışlaları, camileri, mescitleri oraya inşa edişimiz. Ve sonrasında Viyana bozgunu (1683) sonrasında yavaş yavaş geri çekilişimiz. Yapılan zulümler, katliamlar ve çok zor şartlarda, sefalet içinde göçlerimiz.
Öğleye doğru çıktığımız kültür gezisinde “Evlad-ı fatihanın” Anadolu’dan oraya götürdüğü adaletin, sevginin, şefkatin sıcaklığıyla zamana direnen tarihi yapılardan bazılarının ne kadar değişime uğratılsa da:“Ben Türk’üm, buradayım” dediğini görüyoruz.
Nisan ayı girmesine rağmen hava henüz soğuk. Güneşin zaman zaman görünüp hoş geldiniz ışıklarıyla biz de öğleye doğru Sofya Meydanında turluyoruz. Rusların hâkimiyeti altında kaldıkları süre içinde burada yaptıkları eserlere nedense dokunulmamış. Sanki komünist yönetimlerin, unutmayın bizi, bir daha yumruk gibi başınıza geliriz tehdidini görmek için mi bırakılmışlar bazı ilkel eserler anlayamadım.
Sofya’nın en büyük parkında müzisyenler gelip geçenden yaptıkları müzik icraatı karşılığında bahşişlerini topluyorlar. Bize doğru trompetini uzatan müzisyene haydi bakalım “Biz Türküz. Türkiş Marş, Türkiş Marş” şeklinde yüksek sesle bağırarak: “Sende Türk Marşını çal bakayım” diyoruz. Evet Sofya’da Wolfgang Amadeaus Mozart’ın (1756-1791) mehter musikisinden esinlenerek 1783 yılında bestelediği Türk Marşını (Rondo alla Turca) çaldırıp dinlemek… Hepimiz sanki yeniden bir şehri fetihteyiz.
Ve yarın programda Plevne gezisi var. Sofya’da sorduklarımızın: “Aman dikkat edin başınıza iş açmayın, Bulgar polisinin eline düşmeyin” önerilerinin aksine Plevne’de Türk Bayrağı açıp, hemşerimiz Gazi Osman Paşa’nın ruhunu yaşatmaya, Plevne Marşını söylemeye kararlıyız. Sofya’da Türk Marşı çaldırmak, Plevne’de Türk Bayrağı açmak ve Plevne Marşını söylemek için biraz deli olmak lazım. Ama biz bu vatanın deli sevdalıları değil miyiz zaten?
Öğle namazı için koca şehirde bir tanesi nasılsa bırakılan ve halk arasında hemen yanı başında çıkan sıcak su kaynağından dolayı olsa gerek Banyabaşı olarak bilinen ecdat yadigârı Kadı Seyfullah Efendi Camiindeyiz. Restorasyon dolayısıyla caminin yan tarafındaki küçük bölümde bir avuç diyebileceğimiz cemaatle Ankaralı İmam Ersin DEMİREL’in arkasında saf olup Allah’ın huzurunda bütünleşiyoruz.
Namaz sonrası cemaatle tanışma imkânı buluyoruz. Sofya Büyük Elçiliği Sosyal Hizmetler Eğitim Müşaviri Ulvi ATA ve yanında bulunan birkaç görevli ile geliş amacımızı izah eden güzel bir memleket sohbetine başlıyoruz. Ancak Artvinli olduğunu tanışma sırasında öğrendiğim-ismini yazmakta ar ettiğim- başka bir görevlinin camide bile siyaset yapacak kadar acizliğini ortaya koyan gereksiz söz ve davranışları üzerine Din Hizmetleri Eğitim Müşaviri Ulvi ATA başta olmak üzere hepimizde soğuk bir hava esiyor. Çok üzülüyoruz haliyle. Balkanlarda yaşayan soydaşlarımıza İslam dininin hizmetlerini götürmek için bu tür insanların üstelik seçilerek bu mübarek topraklarda görevlendirilmesi oldukça düşündürücü.
Ulvi ATA Bey, maiyetindeki personelinin yaptığı bu rahatsızlığımızı hissediyor ve özür mahiyetinde bizleri Sofya Din Hizmetleri Eğitim Müşavirliği’ne kahve içmeye davet ediyor. Kırmıyoruz, bir insanın yaptığı eksikliğin oradaki diğer hizmet veren kardeşlerimize de mal edilemeyeceği inancıyla camiye oldukça yakın bir yerdeki ofise yöneliyoruz. Mükemmel bir ağırlama ve orada yaşayan vatandaşlarımızın, öğrenim gören öğrencilerimizin durumlarını içeren bir sohbetten sonra biz kültür gezimize devam ediyoruz.
Gezimize devam ediyoruz ama Osman Yüksel SERDENEÇTİ’nin (1917-1983) ‘İmparatorluğa Mersiye’ şiirindeki mısraları Sofya Caddelerinde derin duygularla terennüm ederek biraz şiirdeki gibi boynu bükük dolaşıyoruz:
“Kosovalar, Plevneler bizsizdir,
Yosun tutmuş camilerin ıssızdır,
Boynu bükük minarelerin öksüzdür.
Açmaz olmuş Kızanlık’ın gülleri
Biz neyledik o koskoca elleri.”
Ve asıl beni bir yıldır etkileyen, zihnimden silinmeyen bir olay:
Öğleden sonra Alexnder Nevsky Kilisesi (Nevski Katedrali) önündeyiz. Arkadaşlardan bir kısmı içeri girerken ben kilisenin taş merdivenlerinde fotoğraf çektiğimden ancak içeriye yönelebiliyorum. Kilise önlerinde pek alışık olmadığımız üstü başı düzgün, kolunda çantasıyla dilenmeye çalışıp, yardım isteyen bir kadının varlığı dikkatimi çekiyor. O da, Türk olduğumuzu anlamış olacak ki aynı lisanla ellerini açıp yardım talep ediyor. Aman Yarabbi! Sofya’nın en büyük kilisesinde bir Müslüman-Türk soydaşımın hazin dramına şahitlik ediyorum. Ne yapacağımı ne edeceğimi bir an şaşırıyorum ve sonrası kendimi biraz toparlayıp; “Beni bekle… Beni bekle ablam” diyorum. Süratle kiliseye girip arkadaşlardan bir miktar yardım toplayıp onu kaybederim endişesiyle içeriyi bile gezmeden süratle dışarı çıkıyorum.
Ne kadar bir zorluk içindeyim, benim ruhum titriyor onun elleri. Üşümüş ellerini sıkıca tutup bıraktıklarımı saklarcasına kapatıyorum. Açık deniz mavisi gözlerinden damlayan yaşların içinde derin bir teşekkürü, vefayı görebiliyorum. Ne yaptıksa sanki bu soydaşımıza biz de onun bu konumu karşısında Mahmut HASGÜL kardeşimle beraber bir zamanlar bizim olan bu topraklara maalesef bir kilisenin taş döşemelerine biriktirdiğimiz gözyaşlarımızı döküyoruz. Evet, Sofya’da seksen camiden sadece bir tanesinin ayakta kaldığı bu koca şehirde sessizce ağlıyoruz… Kimse duymuyor yüreğimizdeki bu çığlığı… Seksen yaşında sahipsiz kalmış, yetim bırakılmış, kaderi çirkin Nazmiyelere ağlıyoruz.
Sarılıyorum… Sarılıyorum… Bizim ellerin sokaklarında namert Bulgar’a muhtaç olmamak için kocası Yusuf ‘la beraber saçlarını süpürge eden bu kadının nasırlı ellerini hasretle öpüyorum… Onda Plevne’yi, Filibe’yi, Varna’yı, Tırnova’yı şehit kanlarıyla yoğrulmuş toprakların bedenine sinmiş son kalıntılarını kokluyorum… Kokluyorum… Kokluyorum… Doyamıyorum. Sanki bir asırlık Balkan hasretimizi bu kadının yüreğinden taşan gözyaşlarıyla dindirmeye çalışıyorum. Kendimize geldiğimizde ondan konuşma isteğimizi söylüyorum. Hiç tereddütsüz, elleriyle gözlerini silerek bu teklifimi yüzlerine de yansıyan anlamlı bir sıcaklıkla kabul ediyor.
Adı, Nazmiye 1939 Tırnova doğumlu. Bulgaristan’ın, Demirperde yönetiminin özellikle Türkler üzerindeki zulmünü yaşayanlardan. Ağlayarak mükemmel Türkçesiyle başından geçenleri özetliyor: Huzur görmemiş, ezilip, horlanmışlar, bütün sıkıntılara rağmen özgürlükten mahrum, en ağır baskılar altında da olsa hayatta kalmayı başarmışlar. Ama hayatının dayanağı elli yıllık eşi Yusuf’u iki yıl önce; sonrasında da evinde kalıp kendisine bakan kızı Şemduhan’ı çaresiz bir hastalıktan eşinden bir yıl sonra kaybetmiş. Kaderi, Sofya sokaklarında Nazmiye Hanım’ı kaderiyle baş başa, sahipsiz bırakmış. Ne acıdır ki, Allah’ından başka sığınacağı, hiç bir sosyal güvencesi olmayan yaşı seksene merdiven dayamış bu kadın tuttuğu virane bir eve seksen leva ödeyerek hayatını idame ettirmeye çalışıyor.
Yaşı itibarıyla artık herhangi bir işte çalışması mümkün olmayan ve Türk Müslüman olduğu için destek görmeyen bu biçare kadın Sofya’da cemaati yok denecek kadar az olan bir cami dışında kimden ne isteyecek, ne yapacak? “Evladım, anlıyorlar nasılsa benim Müslüman-Türk olduğumu, bu yüzden gâvurlar bana para vermiyorlar” dediği kilisenin önüne yine de her gün ayağındaki spor ayakkabısıyla koşarak ellerini açmak zorunda kalıyor.
Büyük edebiyatçı Süleyman Nazif’in (1870-1927) üniversite yıllarında Konya’da iken okuduğum bir eserinden 1978 ‘de hatıra defterine yazdığım notlar geliyor aklıma:
“Ey Türkoğlu sana damarlarındaki kanı ihda edenler kanlarının son katrelerini Moskof muharebelerinde döktüler. Sen, bugün, yarın ne olursan ol. Fakat unutma ki o şehitlerin ebedi bir yetimizsin!”
Evet, Tırnovalı Nazmiye Abla! Sen şimdi Balkanlardaki o şehitlerimizin bize emanet bıraktığı bir yetimimizsin. Elimiz, kolumuz bağlı, seni bizim topraklara, asıl göç ettiğin öz yurduna getiremedik. Seni ,Alexnder Nevsky Kilisesi önünde yalnız bıraktığımız gündeki ayrılığın, hasretin acısı duruyor hâlâ yüreklerimizde.
Keşke seni görmeseydik, tanımasaydık ne olurdu? Bizi affet, Tırnovalı Nazmiye Abla.
Hasan AKAR HasanAkar58@hotmail.com
Hasancığım zevki ve hüzünü beraber yaşadım. Tebrik ederim. Selamlar
YanıtlaSil