nnem Latife Gürdere’nin hikâyesi, 20. YY.’ın ilk yarısında Anadolu’da yaşanan bütün acılardan payına düşeni yaşamış bir Anadolu kadının hikâyesidir. 1916 yılında ailesinin ilk çocuğu olarak Erzincan’da doğmuş. Henüz kırk günlük bebekken Rusların Doğu Anadolu’yu işgali durumu ortaya çıkınca ailece Erzincan’dan kaçmışlar. “Beni beşiğimden kucaklayıp, her şeyi geride bıkarak yollara düşmüşler” derdi. Sonra büyüklerinden dinlediği haftalar, aylar süren acılarla dolu göç yolları…
Zile’ye kadar kaçmışlar. Zile’de, 40 yıl kadar önce 93 Harbinde (1877 Osmanlı Rus Savaşı) Kars’tan kaçarak Zile’ye yerleşen akrabalarının yardımıyla yeni bir hayat kurmaya çalışmışlar. Orada da Zile isyanı patlak vermiş. “Babam beni sırtına almış ekin tarlalarının arasında sürüne sürüne bizi kaçırmaya çalışırken top mermilerinin üzerimizden geçtiğini hatırlıyorum” diye anlatırdı. Ruslar geri çekilince memlekete dönelim demişler ve Erzincan’a geri dönmüşler. 17 yaşına gelince kendileri gibi Ruslar gelince Erzincan’dan kaçıp, geri dönerken de Tokat’a yerleşen akrabalarından olan babama istemişler, Tokat’a gelin gelmiş. O yıllar dünyada ve Türkiye’de büyük bir ekonomik krizin yaşandığı zor yıllar. Birlikte oldukları ilk gece babam anneme bir lira vermiş. Ertesi sabah “başka param yok” diye verdiği o parayı geri istediğini anlatırdı gülerek.
Gelin olarak Tokat’a geldikten birkaç gün sonra cumhuriyetin kuruluşunun onuncu yıldönümünü kutlama şenlikleri başlamış. Tam yeni bir hayat kurup biraz olsun rahatlayacakken 1939 Erzincan depremi olmuş. Annesini ve iki kız kardeşini o depremde kaybetmiş. Bu acıyı hep yaşadı. Daha sonra II. Dünya Savaşı, babamın yeniden askere alınışı, kıtlık, yokluk, çaresizlik yılları. Babam dökümcüydü. II. Dünya savaşı sonrası işleri gelişmiş, biraz rahatlamışlar. Ama birkaç yıl sonra 1952’de henüz 44 yaşındayken babam vefat etti. Ben henüz sekiz yaşımdaydım, annem 37 yaşında, iki de ablam var. Annem ondan sonraki hayatını bizi koruyup, kollayarak yetiştirmeye adadı.
Yoksul bir aile değildik, ama zengin değildik. Babam yaşasa ailemizin refah seviyesinin artacağına inanan annem zaman zaman;
Bostan ektim evlek, evlekDadandı karaleylekDedim bir murat alıyımKoymadı kahbe felek
diye türkü söyleyerek ağlardı.
Feleğin acılardan acılara savurduğu birisi olarak beni geleceğinin güvencesi olarak görüyordu. En büyük korkusu üniversite eğitimi için gittiğim İstanbul’da Tokatlı olmayan bir kızla evlenerek orada kalmamdı. Çünkü böyle bir durumda geleceğinin güvencesini kaybedecekti. Korktuğu başına gelmedi.
Dik duruşlu, ailemizde her şeyin kendi istediği gibi olmasını isteyen, baskın kişilikli birisiydi. Doğal olarak çocukluktan delikanlılığa geçişimde benim üzerimdeki kontrolünü giderek kaybetti. Ama her zaman beni yönetmeye ve yönlendirmeye çalıştı. Öyle ki bakan olarak Türkiye’yi yöneten hükumetin üyelerinden biri olduğum dönemde bile neleri nasıl yapmam gerektiği konusunda bana talimatlar veriyordu.
Kişiliğinin bu yönü sebebiyle çatışmaları kaçınılmaz olacağı için evlenince eşimi uyarmıştım. “O ne derse desin sakın cevap verme” demiştim. Bir süre sonra annem bu durumdan da şikâyetçi oldu; “Oğlum, oğlum! Ne desem bana cevap vermiyor, beni çatlatıyor” dedi. Baştan eşimle kavil kestiğimiz için on yıl babamın ölmeden aldığı ahşap evde beraber yaşadık.
Ailemiz için yeni bir ev yaptırınca bütün ısrarlarımıza rağmen bahçesini bıkamayacağını söyleyerek oraya gelmek istemedi. Ama asıl sebep yeni evde hâkimiyetin eşime geçecek olmasıydı. Kadınlar, kendilerinin sahip oldukları, istedikleri gibi dayayıp döşedikleri ve yönettikleri bir evi olsun istiyor.
Astım bronşit rahatsızlığı vardı. Yaşı ilerleyince senede bir iki defa hastanede tedavi görürdü. Bu tedavilerden sonra biraz rahatlar, bir süre bizde kaldıktan sonra evine dönerdi. “Her seferinde beni Azrail’in elinden alıyorsunuz. Yaşa, yaşa bunun sonu ne olacak?” derdi. 2009 yılında kaybettik. Padişahlık döneminde doğan annem 93 yaşına kadar süren uzun ömrü boyunca Türkiye’nin yaşadığı değişme ve gelişmelere yaşayarak şahit oldu. Yeni gelin geldiğinde, evi idare lambası (gaz lambasının en ilkel şekli) ile aydınlatıyorlarmış. Bütün mahalle gibi suyu mahallenin çeşmesinden getiriyorlarmış. Senelerce evin yemeğini maltızda (odun kömürü yakılan özel ocak) pişirdi. Öldüğünde evinde telefonu, renkli televizyonu, buzdolabı, çamaşır makinası olan birisiydi.
Hiç okula gitmemişti, okuryazarlığı da yoktu. Ama sözlü olarak nesilden nesile aktarıla gelen sözlü kültürün temsilcilerinden biriydi. Kim bilir kimlerden öğrendiği halk hikâyeleri, masallar anlatır, atasözleri söylerdi. “Oğlum, oğlum sırrını karına bile söyleme!” derdi. Eşim bu söze halâ içerler. Bu sözler bende etkili olmuş ki sır saklamayı bilen birisi oldum...
Tokattan.net
tokattannet@gmail.com
12 Eylül'de Tokat | 13.09.2019
Tokat'a Dair Sosyolojik Analiz | 05.11.2017
Tokat'ta Bayramlar | 30.08.2017
Tokat'a Dair Sosyolojik Analiz | 05.11.2017
Tokat'ta Bayramlar | 30.08.2017
Hiç yorum yok
Yorum Gönder