okat'ın tarihi başkenti Niksar'ın gurbetteki en büyük sivil toplum kuruluşlarından biri olan ve İstanbul'da yaşayan Tokat Niksarlıları bir araya getiren istanbul Niksarlılar Derneği'nin kurucu ve Onursal Başkanı, İş İnsanı Yüksel ALTUNER, Niksar'ın köklü gazetelerinden Yeşil Niksar gazetesi için 1940'ların Niksar'da yaşadığı bayram heyecanını kaleme aldı.
26 Ocak 2020 tarihinde aramızdan ayrılan Yüksel ALTUNER, 2 Ekim 2007 tarihli yazısında şu ifadelere yer verdi;
Biz çocuklar için bayram hazırlıkları ve heyecanı birkaç gün önceden başlardı.
Yeni bir elbise veya pantolon dikilmesi, yeni bir ayakkabı yaptırılması, bu hazırlıkların en önemli iki unsuru idi.
Genellikle dükkanımızdan kesilip terziye verilen kumaş, bu heyecanlı bekleyişin başlangıcı olurdu. Birkaç kez gittiğim provadan başka, zaman zaman terziye uğrar; - “Emmi benim elbisem dikildi mi ? “ sorusu ile terziyi bıktırırdım. Terziler bayrama birkaç gün kala yoğun bir çalışma içinde olurlardı.
Geceleyin evimizin penceresinden, ırmağın öbür geçesindeki çarşıyı gözetlerdim. Geç vakitlere kadar, terzi dükkanının küçük arka penceresindeki solgun elektrik ışığını seyrederken, yeni elbisemi düşlerdim. Yeni ayakkabımız genellikle çapula olurdu. Çapula, altı “gön” denilen kalın bir köseleden, üstü keçi derisi sahtiyandan oluşan bir ayakkabı idi. Arkası, tutulup çekilsin, kolay giyilsin diye uzunca olurdu. Hemen daima, bayramın son günü, amcamın diktiği bu çapulayı alır almaz eve gelir, iki çapulayı birbirine bağlayan ipi kestikten sonra her bir elimi bir çapulanın içine sokar, kaygan tabanını göğsüme ve yanaklarıma sürerdim. Nasıl olup da, çapulanın tabanının bu denli kaygan olduğuna şaşar kalırdım. Demirden bir örsle saatlerce bastıra bastıra sürülüp kayganlaştırıldığını sonradan öğrendim. O günlerin anısı için, yıllar sonra bir çapula yaptırıp evimde saklamak istemişimdir. Ne yazık ki Arasta çarşısının çapula dükkanları artık tarihe karışmıştı. Mesleği bırakmış eski çapulacılara ne kadar başvurdumsa o günlerin çocukluk anılarını bana verecek bir çapula diktirememişimdir. Bayramın son günü aldığım çapulamı, bayram gecesi yatarken yatağıma alırdım. Çapulanın kekremsi sahtiyan kokusunu hala genzimde duyarım.
Ertesi sabah, bayram namazına gideceğimiz için annem beni iş evimizdeki leğenin içersinde yıkardı. Boy abdesti aldırırdı. Leğenden çıkarken başımdan aşağıya üç tas daha su dökünür, en son annemin söylediği, “Elemtere fiş, kem gözlere şiş !...” tekerlemesini üç kez yineler, leğenden çıkardım.
Bayram sabahı annem beni uyandırır, abdest aldırır, camiye gönderirdi. İlkin babamla, babam öldükten sonra dayımla camiye giderdik. *( Baba Abdulkadir Altuner, 1945 yılında 35 yaşında vefat ediyor, Yüksel Altuner ise babasını kaybettiğinde henüz 9 yaşında.) Biraz büyüdükten sonra kendim de gitmeye başladım.
Bizim camimiz Arasta camii idi. Kendim gitmeye başladıktan sonra genellikle geç kalırdım. Camiye gittiğimde caminin içersi dolmuş olurdu. Ya kapının önlerinde kalır ya da sokakta.
Arasta çarşısında.
Arasta çarşısı büyük taşlarla döşeli idi. Yıllar geçtikten sonra taşların arasındaki dolgu kumları ve çamurları gitmiş, taşların yuvarlak ve sivri uçları ortaya çıkmıştı. Bunların üzerine serilen hasır, kilim üzerinde bayram namazını kılardık. Arasta çarşısında bulunan dükkan sahipleri dükkanlarının kepenklerini çıkarır koyarlardı taşların üzerine.
Namazdan sonra mutlaka mezarlığa giderdik. Bizim mezarlığımız Melik Gazi’de idi. Harmancıkta ve Şakşak tarafında da mezarlıklar vardı. Mezarlığa gidişimizin törensel bir görünümü olurdu. Kalabalık 3 - 4 kilometre uzaktaki bu tarihi mezarlığa kutsal görevi yerine getirmek için akar dururdu. Yolda Çilhane ve Ünyeliler camiinin insanları da katılırdı. Mezarlıktan evlere dönüşümüz de aynı şekilde olurdu. Bu kez guruplar gittikçe küçülürdü.
Eve gelince büyüklerin elini öper, onların dualarını ve bahşiş olarak verdikleri paraları alırdık. Paralar bugünün kağıt paraları değildi. On para, kırk para, beş kuruş, on kuruş. Henüz enflasyon gelmemişti. Paralar uzun süre böyle gitti.
Bayramlaşmadan sonra yenilen kahvaltı değildi. Asıllı usullu yemek yenirdi. Hele kurban bayramında bu yemekler dahada görkemli olurdu. Nohutlu ve etli pilav bu yemeklerin baş mönüsü idi. Bugün bu gelenek unutuldu yada büyük kentlerde biz terk ettik bu usulü. Ama ben eşime bayram sabahı için hala etli ve nohutlu pilav yaptırırım. Çocukluğumun bayram sabahını bugün bile yaşarım.
Kurban bayramlarında sabah yaşayışımız biraz daha farklı olurdu. Mezarlıktan eve gelince kurban kesilirdi. Kurban; koyun, keçi ya da inek olurdu. Bizde genellikle koyun kesilirdi. Tanıdık bir kasap erkenden evimize gelir, birkaç gündür ahırda veya bahçede bekletilen kurbanlık koyunlar, avluya getirilir, gözleri bir bezle bağlandıktan sonra, daha önce açılan küçük bir çukurun yanında yere yatırılırdı. Dayım yatan koyunun yanında yere çömelir, bir yandan koyunun yününü eliyle sıvazlayarak okşar, bir yandan da tekbir getirirdi. Tekbirden sonra, işini bilen kasap “bismillah” deyip, bıçağını ustalıkla koyunun boynuna sürer ve kanını küçük çukura akıtırdı. Daha sonra derisi yüzülür, parçalara ayrılırdı. Biz çocuklar, evden getirilen leğen, sahan, kazan, ne varsa parçalanan etleri bunlara doldurur, içeriye taşırdık. Bundan sonraki kısım içerde, “işevinde” halledilirdi. Konu komşuya, akrabalara götürülecek etler ayrıldıktan sonra, geriye kalan etler kıymalık ve kavurmalık şeklinde hazırlanırdı. Kocaman bakır leğende toplanan, bıçakla ince kıyılmış etler, ocaktaki ateşin üzerine konulur, kıyma ve kavurma yapılırdı. Kurban kesilen sabahlarda evin içini kaplayan taze pişmiş et kokusu hala belleğimdedir. Ocakta kaynayan kıyma leğeninin içine konulan et suyu ile ıslanmış ekmeklerle birlikte yenilen etler bizim için ayrı bir şölen olurdu. Konu komşuya ve akrabalara ayrılan etleri, daha sonra, biz çocuklar, aynı gün geciktirmeden dağıtırdık. Buz dolabı yoktu ki birkaç gün bekletilsin.
Kurban kanı ve artıkları temizlenip, taşlar su ile yıkanırken içime hep bir hüzün çökerdi. Bu, evdeki bir yakını kaybetmenin hüznüne benzeyen bir boşluktu. Birkaç gündür sesine, varlığına alıştığımız kurban koyunlarının birden bire yok olmasına hüzünle karışık, şaşar kalırdım. Bu yokluğu ve sessizliği doğal karşılardık ama nedense biraz önceye kadar varlığı ile evimizin bir parçası olan koyunların yok olması ile daha önce yaşadıkları yerde bıraktıkları sessizliğe bir türlü alışamazdım.
Bayram yemeğinden sonra biz çocukların ilk ödevi, diğer mahallelerde yaşayan akrabaları ziyarete gitmek olurdu. İlkin, Kale içindeki evlerinde büyük amcamla birlikte oturan “Neneme” giderdik. Daha sonra Dereçay Mahallesindeki amcamlara, ordan dönüşte de Karşıbağ’daki Ali emmimlere (Karslıoğlu) sonrada Ömer emmimlere giderdik. Kasabamızın ulu kişisi, aynı zamanda komşumuz Müftü Sait hoca ve hanımı Edaviye hanım eve uğramadan ziyaret edip elini öptüğümüz büyüklerimizdi. Evimizin hemen karşısındaki Şöhretoğullarına da uğradıktan sonra ceplerimiz şeker, kırık leblebi ve biraz da bozuk para ile dolu olarak eve dönerdik.
Bayram günü ödevim, babam öldükten sonra aynı evde oturduğumuz dayım Mustafa Özdemir’i ziyarete gelen konukları karşılamak, onlara şeker, kolanya vermek, giderken de ayakkabılarını rahat giyecekleri şekilde çevirmekti. Aşağıda, merdivenin önündeki “hayatı” silme kaplayan ayakkabıların kime ait olduğunu şaşılacak şekilde bilir, ziyaretçi konuğumuz giderken hemen bulur önüne koyardım. Çoğu zaman onlar salonda otururken ben aşağı iner, bütün ayakkabıları düzenli bir şekilde sıraya koyardım.
Dayım da; sabahleyin mahallenin büyüğü Sait hoca’yı, kayınvalidesi olan “nenemi”, ailenin yaşayan en büyüğü amcası oğlu Ali emmimi ziyaret eder, hemen eve dönerdi. Ondan sonra bayram boyu pek dışarıya çıkılmazdı. Hele, dayım hacı olduktan, sonrada milletvekilliği yaptıktan sonra , bayramlarda evimiz daha da dolup taşarmaya başlamıştı…
Bayram günlerimiz böyle geçerdi. Benim kuşağımın çocuklarındaki bayram anıları üç aşağı beş yukarı böyledir…
Hiç yorum yok
Yorum Gönder