Responsive Ad Slot

Çanakkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çanakkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Onbeşlilerden Çanakkale'de 106 Dakikalık Saygı Duruşu

Hiç yorum yok
Tokattan.net | Onbeşlilerden Çanakkale'de 106 Dakikalık Saygı Duruşu
M
erkezi İstanbul Esenyurt'ta bulunan ve 2018 yılında Tokat'tan Çanakkale'ye vatan savunması için giden hicri 1315 doğumlu ONBEŞLİ şehit ve gazilerin emanetlerine sahip çıkmak ve toplumsal farkındalığı artırmak için kurulan Tokat ONBEŞLİ Torunları Derneği üyeleri, bu kez dönemin asker ve hemşire kıyafetleri ile Çanakkale Zaferi'nin 106. yıl dönümde şehitler anısına Çanakkale kordon boyunda bulunan Truva Atı önünde 106 dakika saygı nöbeti tuttular.

Çanakkale Savaşı gazisi torunu ve Tokat Onbeşli Torunları Derneği Başkanı Saffet GÜMÜŞ daha önce İstanbul'dan 3 yıldır yürüdüğü Çanakkale'ye, bu sene Çanakkale Zaferi'nin 106. yılında Tokat Valiliği ve Tokat Belediyesi'nin desteği ile ONBEŞLİ'lerin memleketi Tokat'tan yürüyecekti. Ancak, yürüyüş pandemi koşulları nedeniyle son dakika da ertelenmişti. Dernek Başkanı Saffet GÜMÜŞ ve beraberindeki üyeler bu kez, Çanakkale Zaferi'nin 106. yıl dönümü nedeniyle şehitler anısına dönemin asker ve hemşire kıyafetleriyle Çanakkale kordon boyunda bulunan Truva Atı önünde 106 dakika saygı nöbeti tuttu. 

17 Mart 2021 Çarşamba günü saat 12.00'da başlayan saygı nöbetini gören vatandaşlar da Dernek Başkanı Saffet GÜMÜŞ ve beraberindeki üyeler ile hatıra fotoğrafı çektirdi. Saygı nöbetinde basın mensuplarına açıklamalarda bulunan Tokat ONBEŞLİ Torunları Derneği Başkanı Saffet GÜMÜŞ, açıklamasında şu ifadelere yer verdi;
O dönemde atalarımız Çanakkale’ye geldi. Biz torunları için bu vatan uğruna can verdiler, kan verdiler. Tüm şehitlerimizin mekanları cennet olsun, gazilerimize de acil şifalar diliyorum. Bundan 106 yıl önce 7 düvel vardı, bugün ise 77 düvel var. Bizi, bölmek, parçalamak ve yönetmek isteyenler var. Biz Türk halkı olarak dün olduğu gibi bugün de kesinlikle onlara izin vermeyeceğiz. Yolumuz şehitler yolu dedik, Tokat’tan çıktık. Bugün şehitler anısına 106 dakika bir nöbetimiz olacak. Gönül isterdi ki Tokat’tan buraya yürüyelim ama pandemi nedeniyle İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu, ‘Bu yıl olmaz, nasip olursa seneye yürürsünüz’ dedi.

Biz de şehitleri anmak için arabamızla geldik. Mekanları cennet olsun diyorum. Ailelere sesleniyorum; anne ve babalar, çocuklarınızı Çanakkale’ye getirin. Buranın her karış toprağında şehit kanı var. 15 yaşındaki gençler buraya; vatan, bayrak, ezan, kuran ve namus için geldi. Vatanın varsa namusun var. Vatanın varsa bayrağın var. Vatanın yoksa ne namusun var ne de bayrağın. Önce vatan diyorum. 
İş insanı Ali GÜÇLÜDernek Başkanı Saffet GÜMÜŞ ve beraberindeki üyeler saygı nöbeti sonrasında Çanakkale savaşının gerçekleştirildiği tarihi Gelibolu yarımadayı gezdi. 

 Hasan AÇIKEL  Tokattan.net
 Facebook/sffetgumus
  Haberler.com

Hasan AÇIKEL | Son Kale Çanakkale

Hiç yorum yok
Tokattan.net | Hasan AÇIKEL | Son Kale Çanakkale
Ç
anakkale deyince aklınıza ne geliyor?
Çanakkale, 18 Mart 1915 tarihiyle özdeşleşen, üzerine şiirlerin yazılıp okunduğu, memleket türkülerinin söylendiği, sinema diliyle beyaz perdeye aktarılan kahramanlık hikayelerinin anlatıldığı sadece bir gün veya bir haftadan mı ibaret? Çanakkale; Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, Tokatlı Kınalı Ali'nin, Onbeşlilerin, Seyid Onbaşı'nın tarih sahnesine çıktığı, binlerce isimsiz kahramanın yanı sıra yüz binden fazla okumuş ve aydın evladın şehit düştüğü savaşın adıdır aslında. 

Evet, yüz binden fazla okumuş ve aydın...

Çanakkale savaşının kahramanlarından Gazi Mustafa Kemal bu acı tabloyu "Biz, Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük" sözleri ifade eder ki vatanın müdafaası için öğrenciler cepheye koşmuş ve şehit düşmüş, okullar mezun verememiştir.

1912’de 60 mezun veren Galatasaray Lisesi, 1915 yılında 18, 1916’da 4 ve 1917 ise sadece 5 öğrencisini mezun verebildi. Çanakkale’ye gönüllü olarak giden İstanbul Lisesi öğrencileri, 13 Mayıs 1915’te Arıburnu’na sevk edilen ikinci tümene katıldılar. İstanbul Lisesi bu taarruzda 50 öğrencisini kaybetti. Vefa Lisesi ve Çapa Erkek Öğretmen Okulu ise bu yıllarda öğrencileri Çanakkale Savaşı’na katılıp, şehit düştüklerinden mezun bile veremedi.

Sadece İstanbul'da değil tüm yurttaki okullar, Çanakkale'de savaşmak için cepheye giden öğrencileri nedeniyle boşaldı. 1916-1917 öğretim yılında Balıkesir Lisesi, Çanakkale Savaşları’nda 94 şehit verirken Balıkesir Erkek Muallim Mektebi, 1914-1918 yılları arasında yalnızca 2 mezun verebildi. 17 yaşında cepheye giden Sivas Lisesi öğrencileri okuldan ayrılırken, hocalarına hitaben tahtalara; “Hocam biz Çanakkale’ye gidiyoruz. Hakkınızı helal edin.” diye yazdılar. 1915’te Sivas Lisesi hiçbir  mezun veremedi. Serhad şehri Edirne'de, Edirne Lisesi’nin harbe katılan öğretmen ve öğrencilerinden geri dönen olmadı. 1911’de 64 öğrencisini mezun eden Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi 1916- 1917’de hiç mezun veremedi. Trabzon, Erzurum ve Konya Gazi Liseleri'nde de durum bundan farksızdı.

Bu savaş “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsündeki gibi ülkeye “gençliğim eyvah” dedirtti ama o öğrencilerin cesareti aşılayan mücadelesi, hem Çanakkale’den zaferle dönenlerin hem de sonraki kuşakların vatanı müdafaasındaki kararlılığını artırdı.

Çanakkale'de ecdadımız, dünyanın en gelişmiş ve güçlü ordularına karşı olmazları olduran, bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakan bir zafere imza atan ecdadımız, aslında imanın, azmin, birlik ve beraberliğin neleri yendiğini ispatladı, bizlere. Geleceği inşa edecek nesillerin yetişmesi adına sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerimizin millî şuur kazanmalarına yetecek kadar örneklerle dolu idi.

Hep anlatılır ya... 

Dönemin Başbakanı Turgut ÖZAL, eğitim alanında uzman Japon heyetini ülkemize davet eder ve heyetten ülkemizde eğitim için çalışmalar yapmasını ister. Heyet, Türkiye'de eğitim adına araştırmalar yapar. Bir vakit sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı Vehbi DİNÇERLER ve Başbakanı Turgut ÖZAL'ın huzuruna çıkar ve hazırladıkları araştırma sonuçlarından bir sunum yapar. Sunumda içerisinde konuşmalar öyle bir noktaya gelir ki, sunumu yapan Japon uzman gençlerimiz üzerindeki eğitimin yetersizliğini şu soğuk cümle ile yüzümüze çarpar:
- Bu eğitimle gençlerinize millî şuur vermeniz mümkün değildir! 

Şok etkisi yapan bu tespitten sonra Turgut ÖZAL sorar;
Siz Japonlar gençlerinize millî şuuru nasıl veriyorsunuz, nasıl bir eğitim programı uyguluyorsunuz ki; bizimkini yetersiz buluyorsunuz?
Japon uzman şu bilgiyi verir: 
Biz eğitime şok testler uygulayarak başlarız. Önce çocukları uçak kadar hızlı giden trenlere bindirir ve çok katlı yollardan geçiririz. En üstün teknolojiyi gösterir, robotlarla çalışan dev fabrikalarımızı gezdiririz. Bu baş döndürücü teknoloji karşısında sarsılan ve şoke olan çocuklarımıza deriz ki:
"İşte gördüğünüz bu hızlı trenleri ve üstün teknolojiyi sizin atalarınız yaptı. Eğer siz daha çok çalışırsanız daha hızlı giden ulaşım araçları yapar, daha üstün teknoloji meydana getirir, daha modern fabrikalar kurarsınız." Sonra çocuklarımızı Hiroşima ve Nagazaki'ye götürüp düşmanın harap ettiği bölgelerimizi gezdirir ve bu defa da onlara deriz ki: "Bakın, eğer siz birlik beraberlik içinde çalışmazsanız, işte düşmanlar sizin ülkenizi böyle yakar yıkar, bu hale getirirler. Ama birlik beraberlik içinde çalışırsanız, güçlü olursunuz, düşmanlarınız size saldırmaya cesaret edemezler. Dünyadaki devletler size saygı duymaya mecbur kalırlar. Artık birlik beraberlik içinde çalışmak ve çalışmamak konusunda kararınızı siz verin!.." Bu örneklerle çocuklarımız kendilerine gelerek iyi ve çalışan birer Japon genci olma yolunda millî bir şuur ve heyecanla okumaya yönelirler.
Japonların bu tespitlerini sundukları sırada geriden bir ses duyulur: 
İyi de bizim sizin gibi Hiroşima ve Nagazaki'miz yoktur ki...  
Geriden gelen ses karşısında heyecanlanan Japon eğitimci hemen cevap verir:
Sizin Hiroşima ve Nagazaki gibi yerleriniz bizimkilerden çok daha etkilidir. Bir metrekareye bin merminin düştüğü Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı tarihî savaş alanları sizde. Çocuklarınızın ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile Çanakkale. Dünyanın en gelişmiş ve güçlü ordularına karşı Türkler olmazları olduruyor ve bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakan bir zafer kazanıyorlar. İmanın, azmin, birlik beraberliğin neleri yendiğini ispatlıyorlar burada. İşte sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin millî şuur kazanmalarına yetecek örneklerle doludur. Bu sebeple gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale'ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci Çanakkale savaşlarının yapıldığı bölgeyi bilerek gezmeli, atalarının ne olmazları başardığını gururla görmeli, iftiharla öğrenmelidirler. Daha sonra onlara demelisiniz ki: Sizler de birlik beraberlik içinde çalışmazsanız düşmanlarınız yine gelirler, Çanakkale'yi işgal etmeye kalkışırlar, yurdunuzda özgür yaşamayı size layık görmezler, tutsakları durumuna düşürmek isterler... Ama çalışır, teknolojiyi yakalarsanız ülkenizi kalkındırır, ilerleyen ülke haline getirirsiniz. Başınız dimdik durursunuz yabancıların karşısında!...
Çanakkale savaşının yaşandığı tarihi Gelibolu Yarımadası'nın içinde bulunduğu Milli Park, 2005 yılından sonra yenilendi, yollar yeniden asfaltlandı, şehitlikler ve eserler köklü bir bakım ya da yenilemeden geçirildi. 

Günümüzde ecdadın savaştığı ve şehit kanlarıyla suladığı o toprakları görmek isteyen insanlar; okullar, belediyeler ve dernekler tarafından organize edilen kültür turları ile ya da kişisel araçlarıyla Çanakkale'yi ziyaret edip şehitlerimizi yad ediyorlar.

Bizde tekrar tekrar; "Bu toprakları bize vatan yapan şehitlerimizi rahmet ve dua ile anıyoruz..."

   Hasan AÇIKEL  Tokattan.net Genel Yayın Yönetmeni
 
 Tokattan.net
  tokattannet@gmail.com

Savaşın ve Kavuşamamanın Türküsü; Hey Onbeşli

Hiç yorum yok
Tokattan.net | Savaşın ve Kavuşamamanın Türküsü; Hey Onbeşli
M
elodisi oyun havası gibi söylense de, hikayesi hazin bir Tokat Türküsüdür, Hey Onbeşli. Adı gibi Haktan Hediye, endamı fidandan narince, gül ağacı misali küçücek, alımlı ve edalı bir kızcağız ile Tahtoba köyünün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin'in Çanakkale Savaşıyla başlayan ayrılığının, bir feryadın hikayesidir, Hey Onbeşli. Çanakkale Savaşı sırasında cepheye giden onbeşlik kadersiz Hüseyin ve Hediye kız için yakılmış bir ağıt olan Hey Onbeşli türküsünün bilinenin aksine şiirimsi gerçek öyküsü sizlerle...

Çanakkale Savaşı sırasında cepheye giden Onbeşlik Hüseyin ile geride bıraktığı Hediye kız için yakılmış bir ağıt olan Hey Onbeşli türküsünün bilinenin aksine şiirimsi gerçek öyküsünü Yazar Hulusi ÜSTÜN, "Türkü Öyküleri" adlı eserinde şöyle aktarıyor okuyucusuna;
Taş döşeli dar yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde,
Tokat bir dağ içindeyken
Gülü bardağ içindeyken
Yüzü kaleye bakan ahşap evlerden
birinin şenliğiydi Hediye 

Adı gibi Haktan Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücek, alımlı, edalı bir kızcağız. Tokat eşrafından kendi halinde bir ailenin evdeki tek çocuğu.

Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı, içi sırlı küplere asma yaprağı basıldığı aylarda Tahtoba köyünün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreciği birbirine ısındı. Çok geçmedi aradan, Tahtoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyin'e istediler onu. "Yaşı küçücek" dedi anası. "Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek." Bekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. "Bizim oğlumuz da yeni yetme... Söz edelim, aht verelim, bekleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur."

Tez büyür kuzu misali kız kısmı da, yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtoba'nın efendilerindense, bol haneye gelin gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. "Oldu" dedi büyükleri. Hediye'nin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtoba'nın ağası koçlar kurban etti, Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı. Boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Nişan gecesi Tokat'ın kadınları toplandı kız evinde, bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadılar.

Kış gelmeden yaprak küpleri basıldı, erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapandı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz telaşına düştü. Kış boyu kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi "Belki Hüseyin'dir" ümidiyle süzerek küçük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi.

Kiraz ağaçları tomurcuğa dururken ürkütücü, korkutucu bir haber yayıldı ortalığa. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik, memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez sıra yaşı on sekize yeni basmış delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, kara zıpkalı Karadeniz uşakları, ince yapılı dil bilmez Çerkes gençleri beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden. Kimini Çanakkale'ye yazdılar, kimini Filistin'e, Yemen'e. İllerini, köylerini bırakıp bilinmedik diyarlara doğru sürdüler atlarını. Kara tren vagonlarına doluştular. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa su döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen gözyaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı, on sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler.

Hey on beşli, on beşli
Tokat yolları taşlı
On beşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı

Tahtoba köyünden bölüğe çağrılan gençlerin arasında Bey oğlu Hüseyin de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta, Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babasının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye "Vatan borcunu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem, ahdimdeyim, çift davullar çaldırıp toy yaparım" dedi onlara. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.

Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücek
Koyup da gidemiyom

Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hanpınarı'na... Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla ıslattılar.

Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı.

Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahzun mahzun yollara bakıp bir haber bekledi kara yağız Hüseyin'inden. Uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı.

Çok mu uzaktı bu Yemen dedikleri yer?

Şu çıplak dağların ardına gitse bulur muydu yarini?

Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle?

Gece gündüz binbir kuruntuyla içi içini yedi. Bir o değil, koca Anadolu'nun anaları, yavukluları vakti belirsiz bir dönüşün ümidiyle dua edip bekliyordu. Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı. Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelerine "Az kaldı dönecek" derken ciğerleri sızım sızım sızılar oldu.

Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürümez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filanca köyden. Ansızın uğratmışlar evleri. Para eder her şeyi toplamışlar, cepheye gitmiş yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet baş edemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye bir şey kalmamış.

Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı kızlarını. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona.

"Kara yazgılı kızım, bilirim beklediğin var ama işte seneler geçti. Dört kış, dört yaz bitti bir haber yok Tahtobalı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz, nice yiğitler de şehit oldukları halde evlerine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denilen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Askerden hayır haber beklemenin manası yok. Biz artık kocadık, sana sahip çıkamayız, namusundan endişeliyiz. Yazma ustası Emin Efendi sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz. Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sen de. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir yavukluyu beklemekle olmaz."

Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyecek kız yoktu ya o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu Hediye. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta Hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendiyle nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız. Türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.

Gidiyom işte ben de
Bir arzum kaldı sende
Ayva oldum sarardım
Din iman yok mu sende

Çifte davullu toy hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi gözyaşlarını. Yüzünü birkaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, sırma işlemeli al bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.

Rengarenk Tokat bezlerine tahta kalıplarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamrı yumru elleriyle yazmaları desenledikten sonra Meydan Camisinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı armağan etseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi.

Hediye kız bu kocamış erin evinde vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahzun ve kederli Hediye kadın olup çıkıverdi.

"Hayalde gör, düşte gör hele bir de düş de gör" demiş ya eskiler. İnsanın işi bir kez ters gitmeye görsün, nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı da olsa kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik.
Aniden uçuverdi Emin Efendi.

Bir öğle üzeri kapıyı çalan kalıpçı çırağı "Yenge, Emin Emmi öldü!" diye haber getirdiği zaman felaketi bir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya, cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler.

Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı. Çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali, yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın gözyaşı akıtıp oturdu köşesinde.

Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla baş başa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp babaevine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını. Hem babaevine sığmadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen.

Ne Haktan, ne hükümetten korkusu kalmamış azgın çeteler koymadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında kocaman bir konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı, sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı.

Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır kapı tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt misali. Sepet sandık dağıttılar, feryadına kulak vermeyip sırtladılar Hediye'yi. Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdı onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirlerine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan. Bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken Takyeciler Camii'nde sabah namazından çıkan yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da biri el uzatıp "kalk" demedi.

Tokat yolu kaldırım
Düştüm beni kaldırın
Sevdiğimin uğruna
Vurun beni öldürün

Yazmacı Emin Efendi'nin hanımı Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri.

Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp ihaneti, zulümeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?

Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte.

Gözü yaşlı Anadolu'nun "Giden gelmiyor" diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine. Tahtoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazeler tanıyamadı gelen bu hırpani kılıklı adamı. Köpekler seğirtti üzerine. Köyün yamacında durup dağa taşa ünledi sesinin yettiğince. "Benim ben. Memleket aşırı diyarlarda vuruşmaya gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben." Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarılıp ağlaştılar. Ardına düşüp eve götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferini tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp "oğlum" diye öyle bir inledi ki dağ taş yankıya durdu. Tahtoba köyü şenliğe başladı o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı, bacıları al güllü elbiseler giydi, duyup öğrenen herkes görmeye geldi.

Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek.

Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. "Yoksa ahdini bozup kocaya mı verdiler sözlümü?" diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama, söz vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.

-Ana, Hediye'm nasıl?

Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine ilenerek döğündü.

-Hediye'yi sorma oğul. Kız kısmı bunca sene durur mu? Uçurdular yuvadan, alıcı kuşlar kaptı onu.

Anlayamadı Hüseyin. Nişan yapıp, şerbet içip söz vermişti Hediye'nin ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazla laf alamayacağını anladı. Üzerine fazlaca gidemedi ama binbir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi. İçi içini yedi sabaha kadar. Memleketini bıraktığı gibi bulmuştu da insanlar ne denli değişmiş, ne denli kocamış ve eksilmişlerdi.

Sabah Tokat'a giden bir at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap eve geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seyretti uzaktan. İşte bir çok şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şarıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesindeki kirazlar da çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seyrediyordur belki de. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası? Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek, içerde ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu.

Karşı evin önünde kendisini seyreden bir adama sordu.

-Evdekiler nerede?
-O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.
-Nereye gittiler ki?
-Geyras'ta bir çiftliğe...
-Ya Hediye?

"Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma. El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama birileri alıp götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları zaten. Hediye de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı" dediler. Hatta giderken söylediği mani kızların dilinde.

Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden

Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. "Er başına iş gelir" demiş ya atalar. Böylesi iş de gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek.

Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasretini çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Savaşa giderken vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgesiyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı böyle bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek.

-Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızlayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde ben de olaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi.

Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne.

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Az mı geldi gönderdiğim hediye

Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler. "Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş" dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş.

Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun da nereye gittiğini bilen çıkmadı.

Suyun kayayı yeşerttiği yerde durur Tokat.

Granit dağın üzerine kurulu kalesine çıkıp seyran edenler Yeşilırmak boyunca envai çeşit renk cümbüşünün arasında kurulu bu şehre hayran olur zaten. Abdest alıp kıbleye yönelmiş yeşil elbiseli bir mümine benzer Tokat. Yollarından ığıl ığıl sular geçer, sabahın seherine sessizliği fısıldayan dereler susmaz. Ummadık bir köşeyi dönünce karşılaşıverirsiniz pınarlarla, çeşmelerle.

Al başını gez sokak sokak. Bu unutkan şehrin kararmış, köhne hamamlarını, kırk badalını, saathane meydanını, kayalara oyulmuş kalesini, semercilerini, bakırcılarını, saraçlarını dolaş. Su sesine, taze ekmek kokusuna bırak kendini. Yüzünde günah izi olmayan ak yazmalı nineleri seyret. Hediye kızın hikayesini sor onlara.

Neden Tokat'tan yar sevenin yüreği yağ içindedir? Yeşil baş ördekler neden su içmez pırıltılı derelerden?

Bereketli elleriyle kızgın saç üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, içi gençlik dolu bir kızın mutluluk bestesi sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök ekin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır bu türküde anlatılan. Çok değil iki nesil önce al fistanlı bir yosma, çakır gözlerinden akan kanlı yaşı gelin kınası görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hediye, Haç Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.

-Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus, bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi canın yası bizimle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı.

Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü görebildi mi? Gördü ise nerede karşılaştılar ve savaşın kolsuz kanatsız bıraktığı bu insanların yaşamında bundan sonra ne oldu? Bütün bunları bilmiyoruz yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Türkülerde bilmemiz gereken kadarı söylenir zaten. Şurası kesin ki onların kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızları türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiç bir yere. Kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana derler ki;

Tokat bir dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Tokat'tan yar sevenin
Yüreği yağ içinde

Türkünün Sözleri

Hey Onbeşli türküsüne ait eldeki ilk ses kayıtlar; Feryadi Hafız Hakkı Bey'e ait 1927 yılındaki taş plak kaydıdır. 1943'te Muzaffer SARISÖZEN başkanlığındaki Ankara Devlet Konservatuarı Tokat'ta, Tokat belediye başkanı Mustafa YOLCU ve yerel müzisyen Emin DİKER’den derlenmiş; ancak bu derleme konservatuvar arşivlerinde kalmıştır. Türkü, 1970’li yıllarda Nida TÜFEKÇİ tarafından babası Hamdi TÜFEKÇİ'den derlenmiş ve 1616 sıra numarasıyla TRT repertuvarına kaydedilmiştir.

Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı 

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi onyediye

Gidiyom gidemiyom
Az doldur içemiyom
Sevdiğim pek gönüllü
Koyup da gidemiyom

Giderim ilinizden (elinizden)
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden

 Hasan AÇIKEL  Tokattan.net
 Tokattan.net
 Hulusi Üstün, Türkü Öyküleri
 Tr.wikipedia.org

Çanakkale'de Tokatlı Kınalı Ali Destanı

1 yorum
Tokattan.net | Çanakkale'de Tokatlı Kınalı Ali Destanı
Ç
anakkale zaferi, normalde 2 saat içerisinde fetih edileceği düşünülen bir ülkenin, tüm yokluk ve imkânsızlıklara rağmen milletimizin vatan, bayrak ve milli mukaddesat etrafında genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk birleşerek kanının son damlasına kadar yedi düvele karşı savaşarak kazandığı bir destanın adıdır. Gelincik adıyla bilinen kan çiçekleri ile kaplı tarihi Gelibolu yarımadasında ülkemizin geleceği inşa eden binlerce kahraman ecdadımızı rahmet ve minnetle anarken onlardan biri Tokat'lı Kınalı Ali'nin hikayesini sizlerle...

Çanakkale Zaferi; normalde 2 saat içerisinde fetih edileceği düşünülen bir ülkenin, tüm yokluk ve imkânsızlıklara rağmen milletimizin vatan, bayrak ve milli mukaddesat etrafında genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk birleşerek kanının son damlasına kadar yedi düvele karşı savaşarak kazandığı, tarihe altın harflerle nakşedilen zaferin adıdır.

Gelincik adıyla bilinen kan çiçekleri ile kaplı tarihi Gelibolu yarımadasında ülkemizin geleceği inşa eden binlerce kahraman ecdadımızı rahmet ve minnetle anarken onlardan biri de 17 yaşında Çanakkale savaşlarında annesi tarafından vatana kurban olsun diye saçına kına yakılarak gönderilen Tokatlı Kınalı Ali'dir.

M.S.B.'nın beş ciltlik "Şehitlerimiz" isimli yayınında 4. Kolordu, 11. Fırka, 126. Alay, 1. Tabur, 4. Bölük'te Er olarak görevde iken 22.02.1915 tarihinde Seddülbahir'de şehit olan Hüseyin oğlu Ali'nin namı diğer Tokatlı Kınalı Ali'nin hikayesi şöyledir;
Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla sohbet ediyor, "Nerelisin?" gibi sorular soruyordu. Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı.. Yanına çağırdı ve merakla sordu:
"Adın ne senin evladım?"
"Ali, komutanım."
"Nerelisin?"
"Tokatlıyım, komutanım, Tokat'ın Zile kazasındanım..."
"Peki evladım, bu kafanın hali ne? Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?"
"Cepheye gelmeden önce, anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını da bilmiyorum." 
"Peki" dedi üsteğmen. "Gidebilirisin Kınalı Ali." O günden sonra Ali'nin adı, Kınalı Ali oldu. Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı.

Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi. "Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum. Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?"  Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi. "Sen söyle biz yazalım" dediler. Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de söylenenlerin doğru yazılıp yazılmadığını denetliyordu.

"Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok iyiyim, beni sakın merak etmeyin." Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini söyledikten sonra, "Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir" cümlesi ile bitiriyordu. Tam zarf kapatılırken, Ali"İki üç satır daha ekleteceğini" söyleyerek, mektubun sonuna şunları yazdırdı: 
Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, burada komutanlarım da, arkadaşlarım da benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet'e gelecek, Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burda onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden öperim anacığım.
Gelibolu'da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler, kesin sonuç almak için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri birer, birer, sonraları beşer, beşer, onar, onar şehit oluyorlardı. Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali'nin komutanı, bu durum karşısında çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerine insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye göndermek zorunda kalmaması için Allah'a dua ediyordu. Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları, komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini istediler. Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile, bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye, bile bile ölüme gidiyorlardı. O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan Kınalı Ali'nin bölüğünden tek kişi geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit olmuştu. 

Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali'ye anne, babasından mektup geldi. Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile okumaya başladı. Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna aile adına babası yanıt veriyordu;
Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim. Öküzü sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın bizi düşünme.
Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra "şimdi ananın sana diyeceği var" diyerek sözü ona bırakıyordu.

Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali'nin anasının ağzından yazılmıştı, şöyle diyordu anası;
Oğlum Ali, yazmışsın ki, kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga geçmesinler. Bizde üç işe kına yakarlar;
         1- Gelinlik kıza. Gitsin ailesine, çocuklarına kurban olsun diye. 
         2- Kurbanlık koça. Allah'a kurban olsun diye. 
         3- Askere giden yiğitlerimize. Vatana kurban olsun diye. Gözlerinden öper, selam ederim. Allah'a emanet olun...
diyerek mektup son buluyordu.

 Hasan AÇIKEL  Tokattan.net
 Fwmail.net
 Unyezile.com
Okumadan Geçme
© Tüm hakları saklıdır
2016-2022 Tokattan.net